Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Yüzyılın 100 Yönetmeni

Bir film, senaryosu kadar onu yöneten yönetmenin ön planda olduğu bir eserdir. Bir başına müthiş bir senaryo kötü bir yönetim ile ne yazık ki hayal kırıklığı olabilir. Genelde bir filmi izlediğimde yönetmenin kim olduğunu merak eder beğendiysem bu beni diğer filmlerini de izlemeye teşvik eder. Oyuncuya oyun verme, nerede nasıl oynayacağını söylemenin ötesinde filmi bir bütün haline getiren kameranın arkasındaki o dehalardır bence. Durum böyle olunca yönetmenlerle ilgili bu kitapta ister istemez dikkatimi çekiverdi sergi üzerinde. AFA’nın Yüzyılın Yüzleri Serisinde yer verdikleri  Yüzyılın 100 Yönetmeni  hem kitap kurtlarının hem de sinemaseverlerin hoşuna gidecek türden bir kitap bence. Seçkide yönetmenlerin kısaca biyografilerine değinilmiş. Biyografilerden daha uzun biçimde ise kronolojik olarak sinema tarihlerine yer verilmiş. Kitabı edineli epey zaman oldu aslına bakarsanız. Fakat düzenli bir biçimde roman okur gibi okumuyorum bu kitabı bazen için herhangi bir sayfayı açıp

‘Barış İçin Karikatürler’ ve ‘En Sevdiğimiz Kahramanlar’ En Sevdiğim Yerde

Bahçesiyle beni alıp uzaklara götüren İstiklal’de sakinliği bulduğum mabetlerimden biri olan Fransız Kültür’de güzel ve de oldukça anlamlı bir sergi açılmış. Aslında iki tane demek daha doğru olacak sanırım. Sınav koşturmacası hayatın getirip önüme serdikleri derken oturup kafa dinlemeye girmişken karşılaştım. ‘Barış İçin Karikatürler – Uluslar arası Aydın Doğan Karikatür Yarışması Seçkisi’ ve ‘En Sevdiğimiz Kahramanlar’ sergileriyle. Karikatür dendiğinde her ne kadar zihnimizde mizahi şeyler canlansa da bazen baktığınız bir karikatür önünde onun gerçekliği ile kanınız donabilir. Çizgilerin içerdiği gerçeklerin ya da belki bunların bu kadar acımasız bir şekilde gerçek olduğunu bilmek sizi rahatsız edebilir. Sadece ülkemizde değil tüm dünyada ihtiyacımız var ‘barış’a. Hem de sadece fiziksel karşılığı olan savaşa, şiddete karşı değil psikolojik, manevi, sözel kısacası her türlü baskı ve şiddete karşı barışa hoşgörüye ihtiyacımız var. Sergideki seçkiler çeşitli ülkelerden katılan k

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

İlhami Algör’ün okuduğum ilk kitabı. Önce filmini izlemiştim kitabı okumak daha sonra kısmet oldu. Aynı doğrultuda gidiyor neredeyse ama belli başlı noktalarında ciddi ayrımlar var. Dil olarak aynı, garip ama okuyanını, izleyenini sarıyor kendine. Her ikisini de beğendim, her ikisinde gördüğüm farklı Müzeyyen yorumlarını… Kitap ve film erkek  kahramana odaklanıyor ama sanırım ben kadına odaklandım.  Filmde Sezin Akbaşoğulları ve Erdal Beşikçioğlu başrolleri paylaşıyordu. İkisinin de oyunculuklarını, karakterlere bürünüşünü izleyici olarak sevmiştim. Filmde birebir Müzeyyen ile karşılaşabiliyorsunuz tüm o gizemli halinin belirsizliğinin yanı sıra var edebiliyorsunuz fakat kitapta Müzeyyen daha flu. Hem filmde hem de kitapta erkek kahramanımız kendiyle konuşmayı seviyor. Belki de Müzeyyen’e açık konuşamadığı kadar konuşuyor kendisi ile. Edebi bir dilden ziyade daha sokak ağzı, ironik bir dili var romanın filmde yönetmende bu dili pek değiştirmemiş, iyi de olmuş bence. “… Sonra,

İşte Deniz, Maria

Ferit Edgü’nün  İşte Deniz, Maria  adlı “Öyküler & Çok Kısa Öyküler” alt başlıklı kitabı. İstanbul trafiğini en katlanır hale getiren kurtarıcım oldu. Duran otobüsün ve akmayan trafiğin ortasında kısacık öykülerle beni alıp başka başka hayatlara sürükledi. Ferit Edgü’yü ve dilini tanımak istiyorsanız keyifli bir başlangıç olabilir bence. Onun yalın dili ve benim “olay”larım, gözümüzün gördüğü olaylar değil diyen, “gözlerimi kapadığımda olayları daha iyi görüyorum” diyerek kurduğu yapısı ile minimal öykülerini içeren bu kitap akıcı diliyle okuyanını sarıp sarmalıyor. Edgü’nün öykü anlayışının örnekleri yer alıyor. Minimal öykü, kısa hem de çok kısa, tüm fazlalıklarından arındırılmış, ayıklanmış “dil”in içindeki cevhere varmaya çalışan öyküler. Kitap, “Öyküler”, “Çok Kısa Öyküler” ve “İşte Deniz, Maria” adlı üç bölümden oluşuyor. Az sözle çok şey anlatıyor. Şöyle ki öykü anlayışına farklı bir bakış açısı getiren bu eser açıp açıp tekrar okunası kitaplardan. Kitaptan bir pasa

Yaşamak Denen Bu Zahmetli iş

Bu defa yazacağım yazı ne bir kitap hakkında ne de sergi üzerine, izlediğim bir oyundan bana kalanları paylaşacağım naçizane. Hanoch Levin’in yazdığı Nermin Saatçioğlu’nun çevirdiği Kerem Ayan tarafından yönetilen ‘Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş’ adlı oyundu izlediğim.  Devlet tiyatrolarında sergilenen bu oyunu ne yazık ki son haftasında görebildim ben. Mayıs ayı programında yok ama belki önümüzdeki dönem tekrar yer verirler. Sahneyi üç karakter paylaşıyor. Evli Leviva ve Yona, komşuları Gunkel. (Leviva Ülkü Duru, Yona Musa Uzunlar, Gunkel İşdar Gökseven) Evliliklerinde sıkılmış Leviva ve Yona’nın, artık gecelerinin bir ritüeli haline gelmiş kavgalarına dâhil oluyor bu tek perdelik oyunda seyirciler. Birbirlerini, ilişkilerini kısacası hayatlarını sorgularken gece vakti kapılarına gelen Gunkel’e karşı birdenbire aynı safha geçiyorlar. İzlerken “evlilik”, “aidiyet”, “bağlılık”  gibi kavramları düşündürüp, sorgulatırken bir yandan da güldürmeyi başarıyor. Evlendikten sonra kadın ve

Abidin Dino: Kategorik Sınıflandırmanın Dışında Bir Sanatçı

Ressam, karikatürist, desinatör, illüstratör ve heykeltıraş… Türk sanatında önemli bir yer edinmiş Abidin Dino. Kaya Özsezgin tarafından hazırlanıp, Kaynak Yayınları’ndan Resmin Ustaları Dizisi başlığı altında çıkmış “Abidin Dino: Kategorik Sınıflamanın Dışında Bir Sanatçı” kitabından söz etmek istiyorum. Abidin Dino, Nazım Hikmet ile olan şu anekdotundan hatırlanır: “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” Dino’nun kişisel ve sanat yaşamından kesitler taşıyor kitap. Doğumdan kişisel ve sanat hayatına, gönderildiği sürgünden, desenlere ve karikatüre odaklanışı… Çok yönlü Abidin Dino’nun hayatını merak eden, onu tanımak isteyenler için ince ama etkili bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitaba eklenen Dino’ya ait fotoğraflar ve çizimler bu biyografik kitaba renk katmış. Kitapta yer alan, Dino’nun resmin ne işe yaradığı sorusuna verdiği cevap özellikle çok hoşuma gitti: “Bunca çılgın bir ortamda, belki hiçbir işe yaramaz resim. Ama belki bir bayraktır resim. Bir beraberlik

Kırmızı Pazartesi

“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı.” Bu cümle ile başlıyor Marquez’in etkileyici romanı. Cinayet romanları ile pek aram yoktur aslında fakat Marquez’in kurgusu ve dili ile keyifle okuduğum romanlar arasında yerini aldı. İşleneceği bütün kasaba tarafından bilinen fakat önüne geçilemeyen-geçilmeyen bir cinayet. Angela Vicario’nun Bayardo San Román ile düğünlerinin sabahında bir ‘namus’ cinayeti olarak Santiago Nasar’ın kurban oluşu. Pablo ve Pedro Vicario, kardeşlerinin kaybolan bekâretinin hesabını soracaklardır. Angela Vicario’nun olay hakkında hiçbir ayrıntıdan söz etmeden sadece isim vermesi olayı bir muamma halinde bırakır. Kitap bu olay çevresinde Marquez’in cinayetteki sır perdesini çözmeye çalışması etrafında gelişiyor. Victoria Guzmán, Clotilde Armenta, Cristo Bedoya ve daha birçok kişinin gözünden cinayet günü, cinayete dahil oluşları titizlikle anlatılıyor. Kitabın en dikkat çekici ayrıntısı ise